Pazar, Aralık 11, 2011

Gözleri Biraz

"Deri Değiştiren Yılan", Ali Teoman Germaner  (Ankara Resim ve Heykel Müzesi)



DEĞİŞİM

İnce uzun bir hayvan
Çarpıyor
Çarpıyor
Çarpıyordu kendini taşlara.
Canı mı sıkılıyor
Can mı çekişiyordu yoksa?
Yok efendim dedi yanımdaki adam
Gömlek değiştiriyor yılan
Bu hallerden anlarız dedi az çok
Biz de sınıf değişmiştik bi zaman

Can YÜCEL


Acaba diyorum, şu baş harflere takılıyor da gözüm...

Benzer biçimler alt alta düşünce, ince uzun bir hat mı oluşuyor orada?

Önce üç Ç: Çarpıcı. İki de C peşisıra: Can'lı!

Acaba, diyorum: Oraya mı gizlenmiş bizim gömlek değiştiren yılan?

Ç’ler bir güzel soyunuyor, C oluyor diye düşünmek, hastalık mıdır? Peki İ ile bir de kuyruk çizsek bu hayvana, başı mı eksik kalır? Kalmaz efendim, ne diye kalsın? Nasıl da tıslıyor bakın, çıkarı çıkarıvermiş de koca dilini!

Hadi canım sen de.. uydurma! diyorsunuz.

Aman ne iyi ki, uyduruyorum efendim. Yoksa, sokuverirdi bir tarafımızı Yılan...

Maâzallah...


Yılan bu yılan!

Belli mi olur sağı-solu?







Cumartesi, Eylül 03, 2011

Jack Daniel'z




Kitsch objelere oldum olası sempati duydum. Her ne kadar satın almasam da (on yıl kadar evvel, Bolu Dağı'nda bir benzinlikteki durgun molamı tiyatroya çeviren, üzerinde "Canım Görümceme Sevgilerimle..." yazan çakmağı saymazsak), yuhalasam da, eşsiz Doğu-Batı harmanı güzel ülkemizin gündelik yaşama ne yapıp edip sıkıştırıverdiği bu şeyler, beni daima fantazmalara sürükledi.

Yukarıda görmekte olduğunuz şey ise, biraz önce, yaz tatilim sırasında karşıma çıktı. Zeynep, Tayland’da bir sokak tezgâhından almış bu muhteşem tasarımı. Yatağın üzerinde görünce hemen sordum: Bu nedir? Çakmak (ah, yine!) aynı zamanda şişe açacağı olduğu yanıtını aldım. Sahiden de öyleydi. İşlevselliği abartmada usta olan Kitsch, yine bir albeni yaratmakta gecikmemişti anlaşılan. Açacak olarak tasarlanmadığı açıktı: açacak olsaydı, ona bir de çakmak ekleştirmek ürünün kendisinden pahalıya geleceğinden, anlamsız olurdu. Evet, bu bir çakmaktı.

Hayır, oturup tasarımcısına mektup yazmak gibi bir fikir geçmedi aklımdan. Onun yerine, eline çakmak alan her insanın çaresiz teslim olduğu o klişe hareketi yaparak, çakmağı çaktım. Yanmadı. Bir daha çaktım. Çakmak, yanmadı. Bu kez daha usul bir hareketle, yeniden denedim. Yanmıyordu...

Zeynep’e çakmağın yanmadığını söylediğimde bir karşılık veremedi, çünkü odadan çıkmıştı. Çakmağı bir daha çaktım. Bu defa çakmak sol elimdeydi ve parlak sırtı ışıl ışıl ışıldıyordu. Evet, çakmak yanmıyordu ama, açacak olarak yontulmuş boşluğun çeperinde gelgelli mavi bir ışık, telaşla yanıp sönüyor, göz alıyordu. Ana ödevini yapamasa da -güç nefes alsa da- yine de etrafına neşe saçmasını bilen, gerçekten sürprizli bir şeydi bu...

Böylesi bir şey kimin, nerede, nasıl aklına gelmiş ki şeklinde uç veren düşüncelerin kafatasımda süratle serpilmeye başladığı esnada, üzerindeki Jack Daniel’s logosuna bakıyordum. Şimdi bir şüphem kalmamıştı: UzakDoğulu girişimci, voliyi nasıl vururum acaba diye tasalandığı uzun gecelerden birinde, bir barda, viskisini yudumluyordu. Aldığı alkolün de etkisiyle, düşüncelerle seksek oynarken iyiden iyiye yorulan zihni, dördüncü dublesini devirdiğinde, yakınlardaki objelerden fikir devşirme kolaycılığına kapılıvermişti...

Kırkbeş yaşlarında olduğu kesin girişimcinin barmenle aralarında duran viski-sigara-çakmak üçlüsü, sanki bir şeyler söyler gibiydi. Yo hayır, viski ve sigara işine giremezdi; o işe bir kez bulaşmış, sahte Tayland rakısı ürettikleri imalathane basılmış, Bangkok 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nce 14 yıl ağırlaştırılmış hapis cezasına çarptırılmış, duruşmadaki iyi halinden ötürü cezası 13 yıla düşürülmüş, 8 ay önce de genel aftan faydalanarak güzelce salınakonmuştu. Artık eftamintokofti işlerde (Ah! Aktunç!) yoktu, bu yeni ürün elbette, bir Çakmak olmalıydı.

Bulduğu olağanüstü fikrin dudaklarına çizdiği gülümsemeyle, başını önünden kaldırarak bar taburesinde şöyle bir dönerken, gördüğü tatminkâr çakmak/insan oranı ile, bir kere daha mutlu oldu. Hemen orada, ar-ge çalışmalarına koyuldu. Barmenin gece boyunca açtığı bira şişelerinin frekansı, -aldığı alkolün de etkisiyle- ürünü mükemmel bir manevrayla çakmak-açacak eksenine doğru kıvırmıştı. İyi olmuştu: bu, yepyeni, şahane, çok özel bir cihazdı. Kendisine bir viski daha söylerken, sigarasını yaktı.

Barmen, Jack Daniel’s şişesini bardağın üzerinde havalara doğru kaldırıp indiriyor, bardaktaki tek buz, dökülüşen kehribar sarısı mayiyle, esriyip gidiyordu... Barmen, bardağı her seferinde artan bir coşkuyla mı dolduruyordu? Efendim, bu, beşinci dubleniz olduğuna göre, siz, bizim iyi bir müşterimizsiniz der gibi bir ses okunuyordu tavırlarında. Barmene eyvallah dedi, içkisinden sıkı bir fırt çekti: Ne güzel şeydi şu viski! O olmasa, bulduğu ilginç fikir aklının ucundan bile geçmezdi. Bütün gece bu ânı beklemiş; ışıklı bardak altlığı, minyatür içki şişeleri, müzik çalan şakacı kadeh ve benzeri yalçın fikirlerin arasında yapayalnız kaldığı sırada, viski: kapıları açıvermişti işte... Viskiye olan gönül borcunu, Jack Daniel’s logosunu çakmağın ön yüzüne adeta bir mühür gibi çakarak ödemek, yerinde olacaktı. Hem tabii ya, böylece bu çığır açıcı buluş Jack Daniel’s için şık bir promosyon ürünü olabilir, voli daha da sert vurulabilirdi. Ancak, aldığı alkolün etkisiyle olacak, Jack Daniel’s kapaklarının, çevrilerek açıldığını, o an aklına getiremedi... Ah o yanıp sönen mavi ışıklar! Onların, sahneden gözlerinin içine içine, gece boyunca batıp çıkan lazer ışıklarının frekansından doğduğunu söylemem, sanırım gereksiz. Uygun form ve ebatlarda üretildiğinde pekâlâ oyuncak elektroşok tabancası olarak da pazarlanabilecek bu akıl şaşırtan sistem, ah o mavi ışıklar!..

Çakmağın arka yüzüne gelirsek... Burada, dikdörtgen bir hacmi dört yerine üç vidayla sabitleyerek maliyette çok akıllıca bir çözüme giden başarılı işadamının izlerini buluyor oluşumuz, doğaldır. Üzerine yirmi sekiz adet küçük çaplı oylum kakılmış alüminyumparlak alaşım, barın tuvaletinde kullanılan malzeme hakkında net bir intiba sunarken, bulunan fikrin gözkamaştırıcı imgesini yansılamaya elbet müsaitse de, ben tercihimi, ferâsetli beyefendinin bara, görkemli bir Harley Davidson’ın sırtında, saçları külrengi kumrular gibi uçuşarak, güneş gözlüğünün camları sokak ışıklarıyla tek tek parıldayarak, ve sütbeyaz, Made in Thailand gömleği paraşüt gibi şişerek gelmiş oluşundan yana kullanıyorum. Peygamber vitesinde...

Zeynep, yemeğe gelmiyor muyum diye soruyor. Ardında bir uçak sesi.



Çarşamba, Ağustos 10, 2011

Gümbedek
















Gümbedek güm!

Sevgili Komşum,

Gümbedek güm!


Ramazan davulunun otoriter ritmi eşliğinde, gecenin şu en şizofrenik saatlerine doğru sokulurken, sevdiğim büyüğüm, değerli iş ortağım Aykut’un, arabasının sileceklerine iliştirilmiş notunuzu bana göstermesinden bu yana geçen yaklaşık dört buçuk saat boyunca, size yazıp yazmama düşünüşleriyle epeyi bir oyalandım. Sözkonusu ticari aracın şahsıma ait olmaması, dolayısıyla notunuzun bana özel yazılmamış oluşu, sorguyu baştan anlamsız hale getirse de, bir yolunu bulup evime girmeyi başarmış, böylesine duyarlı, öylesine açıkkalpli bir sesi, hayır, karşılıksız bırakamazdım. Aykut’la ne işler peşinde olduğumuzu burada söylemem, sanırım yersiz...


Gümbedek güm!


Şu masamda görmüş olduğum beş cümleye yedi satır ebatlarındaki bu orijinal not, birincil ödevi gereği okurunu bir daha aynı eylemi gerçekleştirmekten men etmesini pek iyi beceriyor, önce bunu takdir etmek gerek. Hiç tanımadığı bir insana bir mesaj iletirken, mecra yapısı gereği tek kollu iletişim biçimini koza çevirmiyor oluşunuzdaki titizlik, belki de mass media'ya inancını çoktan yitirmiş birisi olarak beni, ayrıca etkiledi. Söylememe izin verin: notunuz üzerine Aykut’la bir dakika kadar konuştuk. Bu bir dakika, en az otuz yıldır tanıdığım, zaman geçirmekle hep içten içe gönendiğim, her ne kadar boyum yetmese de felsefî sohbetiyle esriyip gittiğim bir insanı ayda yılda bir yakalamışken harcanmışsa, enikonu uzun bir süre, sizi temin ederim. Aykut’la ne işler peşinde olduğumuza gelince... bu kimseyi ilgilendirmemeli.


Gümbedek güm!


Sevgili komşum, güzelsiniz. Eminim: o lastikleri patlayasıca 'bütün arabaların ve çöp kamyonlarının sesini' duyduğunuzda, uyuyordunuz. Yatakta, seslerin birazdan kesileceğine dair serinkanlı umudunuzla-uykunuzu saatlere bölüştürmeniz, artık sonunda pes ederek birden öylece doğruluşunuz, bir hışım başucunuzda duran günlüğünüze uzanışınız, kucağınızdaki defterde ilk bulduğunuz boş alana hızla satırlarınızı sıralayışınız geliyor gözümün önüne. İnce uzun bir tişört mü vardı üzerinizde? Arkası beyaz, ön yüzü eflâtun bordürlü bir kağıtta bulunan bu düpedüz şiirsel sözler, yazım stiliyle çok yazan bir ele ait olduklarını söylerken, onların hemen altında belli belirsiz seçilen pembe uçla yazılmış harfleriyle, bunun sizin günlük defteriniz olduğunu düşündürüyor bana, elimde değil. Bir önemi, yok elbette... Peki kağıdınızın muntazaman yırtılmış dipdiri gövdesine bakıp, yazmaya koyulduğunuz anki eflâtun öfkenizin şimdi biraz pembeye çaldığını düşleyerek avunç içine düşmem, şapşallık mı sayılmalı acaba? Malûm burası Cihangir; “Alev Alatlı falan olsa ya yazan..” dedim Aykut’a, biraz gülüştük.


Gümbedek güm!


“Bir daha arabanızı buraya koymayın lütfen!” cümlesinin bir başınayken dayattığı keyfiliği, o çiğ çirkinliği devirişinizdeki yetkinlik, bugün handiyse unuttuğumuz, özlediğimiz, çarpıcı bir incelik. Mahir bir kuyumcu edasıyla başa ve sona hassasça yerleştirilmiş bir çift “!” işaretinizin, garibân muhatabının tepesine -durup dururken- dikiliverme sevdalısı alikıranın elindeki çalıçırpı değil: Yaşatma gafletinde bulunulmuş kasvetin rütbesini, göklerden indirip, okurun omuzlarına olduğu gibi çökertme emeliyle ışıldayan enfes art direksiyon unsurları olduklarından söz edilebilir. “Doblo’nun sahibi kim?” misli kendinize ait olmayan yalın bir cümleciği tutup da notunuzun orta yerine o denli tumturaklı yuvaladığınız yetmezmiş gibi, gecenin bir körü, ve üstelik uykulu, ve üstelik huzursuz olmanıza rağmen "tırnak" işaretlerinizi eksik etmemiş oluşunuz, sonra, 'buradan' yerine 'burdan' yazmayı uygun gören o inisiyatifçi, minimalist üslubunuz, o “bütün arabalar”, “çöp kamyonları”, “avaz avaz bağıran adamlar”: Doblo!.. O adamlar bilmeliler: Aykut’un arabası Doblo değil, Caddy.


Gümbedek güm!


Siz. Siz bu satırları bugün akşamüzeri yazdınız. Ne var ki, beni dün geceye götüren, sizsiniz. Ne yapalım, kabahat sizin. Ayrıca siz: Kadın olduğunuz fikrine nereden kapıldığımı soracak bir kadına benzemiyorsunuz. Aykut içerde uyuyor, sabahtan işleri var.


Gümbedek güm!

Güm!


Davulcu, köşeyi dönerek uzaklaşıyor. iTunes, search: “I could” - 3 results found:

Patrica Barber - I Could Eat Your Words (deleted file)
Petra Berger - I Couldn't Say No (deleted file)
Roxette – Wish I Could Fly

Play!





Pazartesi, Haziran 27, 2011

kırmızı sihir

5 yaşında falan olmalıyım.. oturma odasının duvarındaki termometreye aklım ermiyordu. altında kırmızı mini bir topu bulunan ve ısıya göre yükselerek sıcaklığı ölçtüğü ebeveynlerim tarafından şahsıma deklare edilmiş akıl sır ermez bir aygıt. cıvaymış içindeki de. vay be.. cıva he mi?

babamın "kırılırsa eğer, yerde bilye gibi seker bu cıva.." demesiyle termometre gözümde iyiden iyiye gizemli bir kimliğe bürünmüştü. zaman zaman kimse görmeden termometreyi duvardan indirir, uzun ve kaygan çubuğunu öper koklardım. haha..dur lan anlatıyoz.. zaman zaman kimse görmeden termometreyi duvardan indirir, o uzun ve kaygan çubuğuna dokunur, parmağımı kırmızı mini topunda beklettikçe kırmızı çizgisinin usul usul yükselişini seyrederdim. o yaşlarda bir şeylere yön veriyor olmak çocukların en sevdiği şeylerden birisidir. su tabancası yahut uzaktan kumandalı araba benzeri oyuncaklar bu yüzden onları delirtir. lakin vücut ısımla bir noktaya kadar yükseltebildiğim termometrenin kırmızı çizgisi o noktadan sonra hareket etmiyor ve oyunum çok geçmeden son buluyordu. ayrıca nasıl yükseliyordu?? sihirbaz mıydım yoksa? "ben dokununca yükseliyo bakınnn!! :)" diyerek ağbimi kıskandırma girişimlerinde bulunduğumu ve "oğlum bırak onu kırılır.. oyuncak mı o?" dediklerini de yine dün gibi anımsıyorum sevgili ebeveynlerimin.

İçinde cıva denen o kışkırtıcı kırmızı eczanın bulunduğu termometre, duvarda gün geçtikçe dev bir soru işaretine dönüşüyordu. Her 10 dakkada bir koltuğun üzerine çıkıp ta dibine girerek "vuhaa..anne yükseliyo bu!" dediğim günlerden birinde bizde çay içmekte olan
teyzemin "meteorolog olacak herhalde bu çocuk.." demesini ve ağbim dahil herkesin gülmesini geçen salı günü gibi anımsıyorum...

Evde kimseciklerin olmadığı bir gün termometreyle başbaşaydım işte. Aylardır uygulamayı düşündüğüm müthiş planımı hayata geçirmenin artık vaktiydi. Termometreyi duvardan indirdim. Bu cıva denen şey ısınarak yükseliyorsa kibiritin ateşine acaba ne tepki verecekti? elimi koltuğa sürterek yaptığım denemelerde en fazla 30'u gösteren çubuk bu kez en yüksek sınır olan 50'yi de görebilir miydi yoksa sayın seyirciler? Evde kimse yokken her çocuğun mutlaka denediği kibritle oynama oyunundan gelen tecrübemle mutfaktan aldığım kibriti kutusuna usta bir hareketle sürttüm ve sigaramı yaktım. pff..ya bi git..titreyen minik ellerimi yavaşça masada duran termometrenin kırmızısına yaklaştırdım. Aman allahım yükseliy..."Puffmm!"

Termometrenin minik kırmızı topu patlamış, her yan kan revan içinde...minik kırmızı topu patlamış ve termometre kapkara olmuştu. Ter içinde kalmıştım. Hemen yerlere bakındım. Yerlerde bilye falan yoktu. Termometreyi yerine astım.

"Big-Bang"den 3 gün sonra annem "A-aa..nolmuş buna böyle??" diyerek önce termometreye ardından bana baktı. Ben soğukkanlı bir katil gibi: "Memet onu kibritle patlattı!" diyerek büyük bir iftiraya imza attım. Ağbim her ne kadar "hayır ben yapmadım o yaptı!" diyerek ağlasa da günde 20 sefer termometreyle yatıp kalkan bir meteorolog adayının böyle hunhar bir davranışta bulunamayacağına kanaat getiren aile büyüklerimiz Memet'i suçlu buldular. Sonra kuşpalazı falan olmuştu, öyle anımsıyorum..

2002